İKİ GÜNÜ BİR OLAN ZARARDADIR
VELİLER HALKIN İÇİNDEN SEÇİLMİŞLER
ALLAH'A YAKLAŞMAK İÇİN VESİLE ARAYINIZ
Peygamber efendimiz de öyle:
“İki günü müsavi olan da zarardadır”.
Buyuruyor. Her gün çoğalttık, her gün çoğalttık sonra ne olur? On senemizde dolar. On senede 24 saatini tıkandırır bir insan. Daha ne yapacaksınız, daha ne yapacaksınız ki bu saatlerde zarardan kurtarsın?
Ama yalnız Allah’a olan sevginin nihayeti yok, Allah’a olan kurbiyetin nihayeti yok, Allah’a karşı olan havfin nihayeti yok.
Allah’a kurbiyet: yaklaşmak.
Allah’a karşı olan ayıklığın nihayeti yok.
Bunlar işte demek ki:
Himmet-i evliyâ bize yâr iken
Şâh-ı Nakşibendî ser-hünkâr iken
Seyyid Tâhâ, Sıbgatullah var iken
"Gâbe gavseyn"e dek seyrânımız var
Zaten böyle, bütün tarikatların içerisinde, en yüksek makamları, en yüksek mevkileri, en yüksek rütbeleri Nakşibendî tarikatında almışlar, takmışlar.
Diğer tarikatlarda o yüksek makamlara ulaşamamışlar.
Bütün Türkiye’yi araştırdığın zaman, Nakşibendî silsilesinden gelip geçen meşayıhların hepsi kutup-gavsdır.
Ekserisi Kutup-gavs geçmektedir.
Ama bak her asırda kutup da bir tane oluyor, gavs da bir tane oluyor.
Tebliğ memuru var, irşat memuru var, gavs var, kutup var.
Nerede?
Meşayihların, velilerin içerisinde.
Nasıl ki mesela, zahirde, millet içerisinden parlamento seçiliyor, geliyor meclise değil mi?
Kaç tane mebus var parlamentonun içinde? Millet içinden seçilmiş gelmiş.
İşte veliler de parlamento gibi halktan seçiliyor. Fakat bunların içinde irşat memurları var ki onlar da bakanlar gibi.
Onların içinden de seçilen gavs, gavs-ı azam da baş vekil gibi.
Veliler parlamento, mebuslar gibi.
Kutbu-l irşat var bakanlar,
Gavs-ı azam var başvekil,
Kutbu’l -aktab da Cumhur Reisi.
Bizim tarikatın, Nakşibendî tarikatının rütbeleri bunlardır.
Askerîdir, siyaseti de askerî, eğitimi de askerî, rütbesi de askerîdir.
Artık erden mareşale kadar rütbeleri götür.
Evet işte burada demek ki:
Gâbe gavseyne dek seyranımız var
Onun için bir insan ne kadar yaşamış olsa, ne kadar da her günkü kârını bir gün öncekinden fazla yapmış olsa;
“Gâbe gavseyn” makamına ulaşamaz.
İşte bu nedir?
Allah’a kurbiyettir.
Bu nedir?
Allah’a olan aşk.
Bu nedir?
Allah’a karşı olan say (gayret).
Ne için Cenabı Hak:
“Elâ inne evliyâallahu la havfun aleyhim[Yunus 62]”
Ayeti kerimesinde buyuruyor.
Bu ayeti kerime Evliyaullahın hakkında inzal olunmuş, varit olmuştur.
Onlarda olan havf, Allah havfını biz anlayamayız biz bilemeyiz.
Ama niye bunlar Allah’tan çok korkuyorlar?
Allah’a yaklaşmışlar da onun için.
Bir ateşe insan ne kadar yaklaşsa, ateşin cismine, ne kadar yaklaşsa, o kadar harareti fazla olur.
Ateşten ne kadar uzaklaşırsa ateşi, harareti o kadar az olur.
Allah’a yaklaşmak, Peygambere yaklaşmak, Meşayihe yaklaşmak böyledir.
“Kurb-i sultan ateş-i sûzan”dır,
Ama yaklaşmak da, bir büyük nimettir.
Yalnız onlarda ne var?
Havf (korku) var, ama neyin havfı var?
Bütün müridanının havfını çekiyor. Kendi havfi değil, var ise yüz bin tane müridanı, yüz binin havfını çekiyor.
Onların üstüne hata gelmesini istemiyor. Onların günah işlemesini, azaba duçar olmasını istemiyor. Bunların havfını, korkusunu çekiyor.
Onun için bak tarikatın şartları vardır.
Tarikatın şartları nedir?
Çok ileriye gitmeyelim de, onlar değil de, bize lazım olan nedir?
Bize lazım olan, fenâfişşeyh olmaya çalışmak.
Fenafişşeyh olduktan sonra ilerisini biz bilemeyiz.
Ama fenafişşeyh olmaya çalışalım ki noksan sıfatımızdan kurtaralım.
Noksan sıfatımızdan kurtaramazsak terakki edemeyiz.
Onun için noksan sıfatımızdan kurtarmak için fenafişşeyh olacağız.
Cenabı Hak;
“İleyhi vesilete[Maide 35]”, buyuruyor.
Cenabı Hak, Allah’a gitmek için bir vesile bulun diyor.
Fakat burada Allah’a gitmek için vesile meşayihtir.
Bir insan, mesela bir okyanusu bir denizi geçecek olsa orada;
Ya vapur olacak ya da uçak.
Denizi nasıl geçecek?
Ama denize kadar da hayli bir kara yolu var.
O zaman onu da yürüyecek.
Vapur denizden gelip onu memleketinden köyünden evinden almaz veya bir uçak havaalanından gelip onu memleketinden köyünden almaz.
O denizi geçmek için ya uçağa binecek, ya da vapura binecek.
Vapura kadar da yürüyecek, uçağa kadar da yürüyecek.
Burada fenafişşeyh olmak için bir defa şeriatımız tarikatımız mazbut olacak, eksiği olmayacak. Bak:
“Baba himmet oğul hizmet”
Bu fenafişşeyh olmak için himmet alacağız.
Bu hizmetsiz olmuyor.
Fakat himmeti almak için hizmet göreceğiz.
Bir defa evvela şeriatımız var.
Şeriatten sonra tarikat geliyor.
Şeriatte bir insanın kıl kadar eksikliği olsa, tarikatta onun hiç yeri yoktur.
Şeraitte tekamülü tamam olacak ki tarikat bir yoldur.
Tarikat Allah’a giden bir yoldur, fakat vasıtası zahirde şeriattır.
Şeriatımız tarikatımız mazbut olduktan sonra bir de bize ne var bak:
Bilinmez âlemin sırrı nihândır
Dört şâhın hükmüyle dönen cihândır
Ârif olanlara özge seyrândır
Kâmile her eşyâ olmuş bir evrâd
Bir böyle buyuruyor,
Bir de buyuruyor ki:
Bu berzah âlemin geç gör neler var
Eriş nûra ki sende kalmaya nâr
Olasın âlem-i rûhdan haberdâr
Bizde ruh var mı?
Var.
Nasıl bu ruh?
Rengi nasıl biliyor muyuz?
Yok.
Tadı nasıl biliyor muyuz?
Yok
Şekli nasıl biliyor muyuz?
Yok.
Ama var.
Ama insan ruhundan haberdar oluyor mu?
Oluyor. Nasıl, kim oluyor?
Karanlıkta bir insan neyi görecek?
Bu berzah âlemin geç gör neler var
Bu berzah âlemi nedir?
Beşeriyettir.
Bu berzah âlemi nedir?
Dünyadır.
Bir insan dünyayı severse, bir insan dünyayla meşgul olursa karanlıktan çıkmış değildir, berzahtan geçmiş değildir ki.
Bir insan kendi cismini de severse, cismi de onun beşeriyetidir, berzahtır.
Onu da severse o zaman oradan çıkamaz, oradan da geçemez.
Terki cisim olmak için cismini de sevmeyecek.
Onun için burada demek ki; bu dört şahtan murat zahirde edilleyi şeriyyedir.
Yani bizim şeriatımız bizi ne yapıyor?
Hayvanî sıfattan bizi beşeri sıfata geçiriyor, “dönen” demek budur. Hayvanî sıfattan beşeri sıfata dönderiyor. Bunu asıl şeriat dönderiyor bizi.
Beşeri sıfattan melekî sıfata çeviren ne oluyor? Döndüren?
Döndüren tarikattır.
Şeriatta ne lazım? Kitap, sünnet, icmâ, kıyas. Dört şahtan murat bunlar.
Tarikatta neymiş bu dört şahtan murat? Muhabbet, ihlâs, adab, teslim.
Muhabbet; çok seveceksin meşayihini.
Bak Peygamber efendimiz (SAV) bir gün:
— “Ya Ömer bizi ne kadar sevebiliyorsun? Bize sevgi derecen ne kadar?
Diye sormuş.
O da demiş ki:
— Ya Resulullah, nefsimden maada her şeyden fazla seviyorum seni.
— Ya Ömer senin imanın kemali bulmamış, kâmil iman sahibi olamamışsın sen daha. Bizi nefsinden de fazla seveceksin ki kâmil iman sahibi olasın.
Tabi Hz. Resulullah böyle buyurunca, onlar seçkin, hülafa-yı raşidinden, ondan sonra Peygamber efendimizin bu sözü üzerine, Onda Peygamber efendimize olan sevgi coştu, çoğaldı ve dedi ki:
— Ya Resulullah, şimdi ben seni nefsimden de daha fazla seviyorum.
— Tamam, şimdi imanın kemale erdi, kâmil iman sahibi oldun ya Ömer[Buhari Fedaü’l Ashab 6]”.
Onun için bak burada,
Bulam dersen eğer ayn-ı îmânı
Çalış ki olasın şeyhinde fânî
Sana senden yakın olanı tanı
Bu ne?
Kelamı kibar.
Bir de Cenabı Hak buyuruyor ki:
“Kulum ben sana şahdamarından daha yakınım[Kaf 16]”.
Şahdamarı nerede?
İnsanların kalbinde, merkezi bir damardır.
Vücuda yayılan 366 damarın derlenmiş toplamış başıdır. Yani 366 damar, vücuda dağılan 366 damar, baştaki damara o şah damara bağlıdır.
Evet, Cenabı Hak buyuruyor ki:
“Kulum ben sana şahdamarından daha yakınım.”
Bir de Hz. Resulullah buyuruyor ki:
“Kul ile Allah arasında 70 bin perde var, her perdenin kalınlığı yer ile gök arası kadar.”
Biri Allah’ın emri, biri Resullulahın emri.
Bu yakınlık ne? Bu uzaklık ne? Bunu nasıl anlayacağız? Nasıl idrak edeceğiz?
Onun için:
Bulam dersen eğer ayn-ı îmânı
Çalış ki olasın şeyhinde fânî
Sana senden yakın olanı tanı
Bakın Cenabı Allah bize şahdamarımızdan yakın ama, ona gıyaben, gıyabî imanımız var.
Görebiliyor muyuz? Göremiyoruz.
Göremediğimiz gibi de unutuyoruz. Unuttuk mu uzaklaşıyoruz ondan.
Bu uzaklık, Allah’ı unutmak, gaflettir..
Onun için Peygamber efendimizin “çok uzaksın” demek; “Kul ile Allah arasında 70 bin perde var, her perdenin kalınlığı yer ile gök arası kadar” demek;
Bu işte gaflet; Allah’tan gaflet, gafil olmaktır.
O zaman biz demek ki Allah’a gıyabî imanımız var, Resulullah’ı da görmedik, gıyabî imanımız var.
Ama meşayihe inananların imanı gıyabî mi, yoksa zahiri mi?
Zahirî tabii, değil mi?
Zahir bir inancı var. Zahirde, inananların inancı nedir?
Biliyoruz ki meşayih Allah’ın sevgili bir kuludur. Seçilmiş bir kuludur. İnsanlardan seçilmiştir, velidir.
Velinin anlamı ne?
Veli, peygamberin vekilidir.
Ben-i İsrail’in Peygamberlerinin de velileri vardı.
Kimler bunlar?
Mesela Süleyman (as)’ın Âsaf bin Belkiyye (Berahyâ) isminde birisi, Nebi değil ama veliydi, yetişmiş bir insan idi. Belkıs’ın tahtını bir göz kırpmada getirdi.
Ondan sonra Hızır (as), Ben-i İsrail’in velilerindendir. Nebi değildir.
Bak Cenabı Hak Ona ne gibi yetkiler vermiş? Hem kıyamete kadar.
Gerçi bir Evliyaullah da dünyasını değiştikten sonra, onlar da Hayy’dir, çıkarlar zemini asumanı gezerler.
Hızır’la onun ne farkı var?
Hızır şüphesiz bir veli, Cenabı Hak Hızır’ın yetkisini, Hızır’ın görevini Kur’an’da bildiriyor.
En evvel bir defa Hz. Musa (as) ile Hızır (as)’ın Kur’anda hadisesi var değil mi?
Cenabı Hak Hızır (as)’a abı hayat içirmiş, kıyamete kadar ölmemiş. Ölmemiş de niye görünmüyor?
O da görünmüyor. Bir kâmil mükemmil bir mürşit dünyasını değiştiği zaman O da değişik değişik cisimlerle görünür insana. O zaman Hızırla O’nun ne farkı var?
Zaten Hızır mürşid-i kâmildir, bak:
Varıp Hızr ile zulmete o cevher taşların topla
…
Hızır mürşid-i kâmildir o zulmet kalb-i câhildir
“Cevâhirler şerîattır özün kurtar cehâletten”
Bir de Veysel Karani Hazretleri var, zahirde Peygamber efendimizi görmemiş, Peygamber efendimizin zamanında yaşıyor ama Peygamber efendimizi görmemiş.
Ama Peygamber Efendimiz O’nu ne kadar methi sena ediyor. ”Ümmetin hayırlısı, ümmetin büyüğü, ümmetin en büyüğü, ümmetin en hayırlısı” diyor.
Onun için derler ki:
Peygamberlerin olmadığı zamanlarda da veliler ne yapmışlar? Aynı peygamberlerin görevini yapmışlar.
İsa Ruhullah’a İncil geldi, İncil indi, fakat İncil’e kaç kişi inandı?
Onlar on iki tane havaridir.
On ikinin bir tanesi de hıyanetlik etti, inanmış olarak göründü, Hz. İsa (as)’ı teşhir etti. Onun düşmanlarına, Hz. İsa (as)’ı öldürmek isteyip arayanlara, Hz. İsa (as)’ın yerini söyledi, buradadır dedi. Hz. İsa (as) göğe çekildikten sonra bu on bir kişi, havariler her birisi bir tarafa gittiler.
Onlar da gizlendiler.
Onlar Hz. İsa (as)’ın vekilleri idi.
Onlar da ondan sonra gelenlere gizli gizli aşıladılar, öğrettiler yetiştirdiler.
Havariler ne yaptılar? İncil kitabını böyle yaydılar.
Demek ki peygamberlerin olmadığı zamanlarda da veliler bu hizmeti görmüşler.
Cenabı Hak velileri bu hizmete tayin etmiş.
Onun için işte o zaman biz, eğer Evliyaullaha böyle inanırsak, bir de Evliyaullahın cismini görüyoruz, mekânını görüyoruz, sıfatını görüyoruz.
Onun için burada Allah’a bizim gıyabı imanımız var.
Allah’a mekân isnat etmek küfürdür.
İnancımıza göre Allah’a (zâtını tarif için) bir sıfat isnat etmek küfürdür.
Ama Evliyaullah şuradadır, demek küfür mü? Değil.
İstanbul’da bir Evliyaullah var, tekkesi de şurada, Erzurum’da bir velinin zahirde bir tekkesi var, bunlar küfür mü? Değil.
Evliyaullahın sıfatı da var, cesedi de var zahirde.
Ama niye Mevlana demiş ki:
—Ne olursan ol gel.
Nereye seslenmiş bunu?
—Mecusi isen de gel, Hıristiyan isen de gel, yüz defa günah ettin, günaha tövbe ettin, tövbeni bozdunsa da gel, sonunda diyor ki, ne olursan ol yine gel.
Niye demiş bunu?
Nereye seslenmiş? (davet etmiş)
Hakka seslenmiş Allah’a.
Onun dergâhı Hak dergahı imiş.
Yani onun mekanında, onun cisminde, kendisine sesliyor ama, sesleyen kendisi değil.
Zahirde O sesliyor, kendisine sesliyor. Bak bunu Hıristiyan da, bütün dünya ecnebileri de bunu kabulleniyor.
Her tarafta söyleniyor ve kabulleniyorlar.
Mevlana’nın “her ne olursan ol gene gel” demesini gayrimüslimler de hepsi, yetmiş iki buçuk millet, bunu kabullenmiş. Fakat İslam olanlarla Müslüman olmayanlar, anlayamayanlar, bu kelamı nasıl kabullenmiş?
Onlar diyorlar ki:
Mevlana insanlığa sesleniyor.
Ama insanlık neymiş?
İnsanlık da, eğer bir insan zararsız olursa, kimseye zarar vermezse, kimseye zarar vermesin, insanlara faydalı olsun, buna sesleniyor, böyle kabulleşiyorlar. Onlarınki de fena değil.
Ama yok, Mevlana Hakk’a seslenmiş, insanlığa değil.
İnsanlık da Hakk’a inanmakla, Hakk’a, Allah’a inanmakla itaat etmekle olur.
Niye çünkü?
Allah’a inanmayan itaat etmeyen insan değil ki…
O her ne kadar beşer ama insan değil.
İnsan olsa, kitap kime gelmiş? İnsanlara.
Peygamber kime gelmiş? İnsanlara.
Kitaba inanmayan, kitaba sahip olmayan, peygambere inanmayan, peygambere tabi olmayan insan sayılmaz ki.
Onun için işte demek ki Evliyaullahın mekânı da var, Evliyaullahın sıfatı da var.
Ama Evliyaullahın zahirde bir sıfatı var ama, o zahirdeki sıfatı, bir sıfatı gizlemiş. Onun için Yunus Emre:
Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm
Bu kelamında, benim cismim zahirim etten kemikten ibaret, Yunus diye görünüyor, diyor
Onun için bak:
Çâr-anâsır perdesini zâtına etmiş nikâb
Nikab ne? Örtüdür.
Çâr-anâsır ne? Çâr-anâsır da dört eczadan meydana gelen bu ceset.
Ne olmuş? Perde olmuş.
Neyi perdelemiş? Ruhu perdelemiş. Ruhu örtmüş, Ruha bir kalıp olmuş, perde olmuş.
Ama hangi ruhu gizlemiş?
Hayvani sıfatta olan ruhu da gizlemiş,
Beşeri sıfattan olan bir ruhu da gizlemiş,
Meleki sıfatta olan bir ruhu da gizlemiş.
Beşer Allah’a isyan ediyor, hiç kitap, sünnet, Allah, peygamber, günah, sevap hiçbirini bilmiyor ve bütün günahı kebairlerin hepsini işliyor. Fakat beşer insan görünüyor mu? Görünüyor.
Halbuki onun insanlıkla hiç alakası yoktur. Onda olan bir sıfat var, o gizlemiş bunu göstermiyor.
Bir de var ki tamamen,
“Emri bil ma’ruf, nehyi anil münker.”
Kulluğunu yapıyor, Allah’a karşı olan ibadetlerini yapıyor, bütün yasaklardan günahlardan da kaçınıyor,
Bunda da bir sıfat var.
Onu da gizlemiş bu ceset.
O da gene aynı surette görünüyor.
Bak bir kelamı kibarda
Görünür surette insan, velâkin sîrette hayvan
Onu da gizlemiş. Bir de var ki:
İnsanlardan seçilmiş, ilmi ile, ameli ile, şeriatı, tarikatı ile hakikate ulaşmış.
Hakikate ulaşmış, fakat onu da beşer sureti zahirde gizlemiş onu da göstermiyor.