Öyleyse ruhumuzun muamelelerinden de haberdar değiliz, biz ruhumuzun eğitiminden de haberdar değiliz. Tarikata girdiyse, bizim ruhumuz ne gibi muamele görüyor?
Tarikat ruh ile ilgilidir. Bir insan tarikata girdiyse, meşayihe inandıysa, meşayihe mürit olduysa onun bir muamelesi vardır. Ruhi bir muamelesi var, ruhi bir eğitimi var. Onu biz bilemiyoruz.
Ama bilmek mühim değil inanmak mühimdir. Biz neye inandık?
..teslim olup şeyhe inan
Burada, eğer bu inanç olursa tamamdır.
Neyle inanacağız, evet bizim ruhumuzu yetiştiriyor.
Nasıl bir anne çocuğunu doğurup, dünyaya getirip, onu besliyor, büyütüyor, emziriyor, yıkıyor, yatırıyor, yediriyor, içiriyorsa, demek ki hizmet görüyor. Görmezse çocuğu büyütemez.
Evliyaullahın velayeti de hizmet görmezse onun ruhu gelişmez.
Evliyaullahın ruhu, müridin ruhunu yetiştiriyor, buna inanmak lazım.
Buna inanmak için de, tarikatın dört şartı var;
Muhabbet, İhlas, Adap, Teslim.
Muhabbet; mürit meşayihi canından çok fazla sevecek.
İhlas; mürit meşayihini büyük görecek. Meşayihler çoktur, hepsi cemdir, hepsi de meşayihtir. Ama benim meşayihim en büyüğüdür, hepsinden daha üstündür diyecek. Onun için divanda geçiyor;
Hakîkat erleri çoktur bu gülzâr-ı cihân içre
İnkar etmiyor başka hakikat erlerini.
Hakikat erleri kim?
Hakikat erleri; şeriatı, tarikatı bilenler, yaşayanlar, hakikat’e ulaşmış kimseler.
Hakikate ulaşınca ruhlarına salahiyet, ruhlarına yetki almışlar. Ruhlarını büyütmüşler, onların ruhları kemale ulaşmış, cesetleri değil.
Fakat;
Hakîkat erleri çoktur bu gülzâr-ı cihân içre
Muhammed Pîr-i Sâmî'dir kamunun şâh-ı merdânı
Buyuruyor. Tarikatın bir şartı; her mürit meşayihini büyük görecek ki onu sevebilsin. Büyük denilince; tebliğ memurları var, irşat memurları var, bir Gavs var, bir de Kutup var.
İrşat memurları çoktur, olabilir. Zaten tebliğ memurları daha da çoktur. Fakat Gavs bir tanedir, Kutup bir tanedir.
Herkes meşayihini Gavs bilirse, Kutup bilirse, hangisidir Gavs, Kutup? Allah bilir. Ama eğer herkes meşayihini böyle bilirse kendisine faydası, yararı vardır.
Fakat bir de açık delilleri vardır. Ne gibi açık deliller?
Mesela; bizim silsilemizden adı geçenler Gavs, Kutuptur. Kutbul aktab, kutbul irşat, gavsul azam hep böyle geçmişlerdir. Ama bunların hakikatten ilerisine gitmeyelim. Mevlana Halidi Bağdadi Hazretlerinden bu yana düşünecek olursak, yani Salih baba demiş ama doğruyu söylemiş;
Hakîkat erleri çoktur bu gülzâr-ı cihân içre
Muhammed Pîr-i Sâmî'dir kamunun şâh-ı merdânı
böyle buyurmuş.
Peki Celali Baba, şeyh dedemiz; şeyh efendimizin (Dede Paşa) şeyh efendisi olan Muhammet Beşir efendimiz, hakkında ne buyurmuş;
(ilk evvela muhalefet etmiş. Ondan sonra ona bir hal olmuş. Bir hastalık gelmiş ölüyormuş, ölmekten dirilmiş, ona hakikat bildirilmiş, bu sefer demiş ki)
Habibi kibriyanındır bu dergah
Kasem olsun inan vallahi billah
Neden münkir olalım Allah Allah
Sultanı enbiya varisi geldi.
Böyle sırayla söylemiş sonunda da der ki;
Celali dur selama gözle râhi
Budur burc-ı felekin şems u mâhı
Tariki Nakşi’nin piri penâhı
Elinde Gavis’lik fermanı geldi.
Bak simdi bunlar var ise bizim şeyh efendimiz Dede paşa hazretleri ve Muhammet Beşir efendimiz zamanında tabi ki çok meşayihler vardı. Onlar da açıkça delil bulup gösteremezler, söylerseler mesul olurlar, ama inançları vardır. Her mürit de kendi meşayihini vaktin gavsı bilecektir. Ama bak, bunların delilleri var. Kelamı kibarda delilleri var, çünkü kelamı kibar haktır. Kelamı kibarda galat olmaz.
Ayet ne ise, hadis ne ise, kelamı kibar da odur. Ona insan inanacak.
Kelamı kibarda söylenen haktır. Peki şimdi biz bunu düşünecek olursak ve anlamak istersek;
Mevlana Halidi Bağdadi hazretleri Zulcenaheyn’dir (çift kanatlı), Üveysi ve çok büyük bir alimdir. Medrese ilminin dört ilmini bitirdikten sonra ona ne olmuş?
Abdülkadir Geylani Hazretlerini çok seviyormuş onun sülalesindenmiş. Abdülkadir Geylani sultanı evliyadır yani Evliyanın sultanı.
Kutbul Arif; Ne demek? Ne kadar Evliyaullah varsa hepsinin kutbu, başıdır.
Böyle olduğu halde Mevlana Halidi Bağdadi hazretleri, Abdülkadir Geylani Hazretlerine (zaten kendisi Bağdatlı) gidiyor, daima türbesini ziyaret ediyor, çok ağlıyormuş, himmet bekliyormuş. Bir gün Abdülkadir Geylani Hazretlerinin türbesinden alıyor cevabı;
—Oğlum Molla Halid diyor, benim tarikatıma bidat karıştı. Sen Azizan tarikatına git.
Bizim tarikatımızın bir adı da Azizan tarikatı, Hacegan tarikatı, Nazenin tarikatı,
Nazenin; kibar, çok nezih.
—Sen Azizan tarikatına git, diyor.
—Nerdedir bu Azizan tarikatı? diyor.
—Sen Beytullah’a git diyor. Orada Beytullah’a ilk gidişinde kimi bulursan onunla görüş, diyor.
Bağdat-Beytullah tabi çok uzak yol, bu gidiyor, kaç ayda gidiyorsa gidiyor. Beytullah’a girdiği zaman bir adam görüyor. Beytullah’a ayaklarını uzatmış böyle horlayarak uyuyor.
Bunu kerih görüyor. Burada da böyle hareket olur mu? diyor. Bu hoşuna gitmiyor ve yanına gitmek istemiyor.
Bu arada adam elini yakasına götürüp canlı bir şey öldürüyor. Ne terbiyesiz adam cinayet de işledi, diyor. (Beytullah’ta bir sinek öldürmek cinayet yerine geçiyor, orada haram sınırı var). O arada bu adam doğruluyor;
—Molla Halid gel hele, diyor.
—Bu benim Molla Halid olduğumu nerden biliyor, diyor. İlerliyor yanına gidiyor.
— Molla Halid, sana bir sualim var cevabını ver, diyor.
— Buyur efendim, diyor.
Adam diyor ki;
—Bir insan Hâlilin yapmış olduğu binaya arkasını verirse Celilin yaptığı binayı seyrederse ne lazım gelir.
Celil’in yaptığı binadan mana burada Molla Halidin kalbini bahsediyor.
—Bir şey lazım gelmez efendim, diyor.
—Ama Molla Halid sen nasibini burada alacaktın, kaçırdın. Gel Hindistan da beni bul, diyor.
İşte bu adam Abdullah Dehlevi hazretleri imiş.
Molla Halid;
—Geylani hazretleri bana ne dedi, ben ne ettim, ne iş yaptım. Abdulkadir Geylani hazretleri bana böyle, böyle dedi, ben niye böyle onu karşıladım, diye çok büyük nedamet duyuyor.
Oradan asıl memleketine gidiyor. Orada Seyyid Abdullah adında amcasının oğlu var, yaşlıymış buna durumu anlatıp diyor ki;
—Beraber gidelim Hindistan’a,
O da (Seyyid Abdullah);
—Hindistan’a gitmemiz bir sene sürer, buraya gelmemiz bir sene sürer, belki orada iki-üç sene kalırız, burada çoluk var, çocuk var. Bunlar ne olacak, diyor. Gel birimiz gitsin, birimiz burada kalıp, ikimizin de evinin ihtiyacını görsün, oraya giden ne kazandıysa, yarısını burada kalana versin.
Seyyid Abdullah yaşlı imiş, sen git ama ne kazandıysan yarısını bana vereceksin, diyor. O da peki, diyor.
Mevlana Halid gidiyor. Bakın şimdi orada, Beytullah’ta onu kerih görmeseydi, orada irşat olacaktı, Abdullah Dehlevi Hazretleri onu irşat edecekti.
Ama ilminden geçirmek böyle oluyor. Aynı Şems de Mevlana hazretlerini ilminden geçirmek için böyle yapmıştır. Cahilliğe düşürmüştür. Cahillerin yapmadığı hareketleri yaptırmıştır. Onun ilminden geçirmek için, şöhretini kırmak için. Halkın gözünden düşürmek için yapmıştır.
Şöhrette afat vardır. İnsanlarda ilim de bir varlıktır, amel de bir varlıktır. Şöhret de bir varlıktır. Onun için bunlardan geçmek kolay değil, insan bunlardan kolay geçemez.
İşte Mevlana Halidi Bağdadi hazretleri yedi seneye Hindistan’a gitmiş ki Abdullah Dehlevi hazretleri dünyasını değişmiş, kaim makamı yerinde, orada Hz. Ziyaeddin duruyor.
Abdullah Dehlevi Hazretleri, Ziyaeddin Hazretlerine ölmeden evvel diyor ki;
—Bağdat’tan Molla Halid geliyor, o gelinceye kadar ben dünyamı değiştiririm, ama ona gereken muameleyi yap onu iyi yetiştir, diyor. Manevi gücün, kuvvetin, maharetin neyse ona işle diyor, böyle tembihliyor.
Mevlana Halid geliyor görüyor ki gördüğü adam değil. Eyvah, diyor. Ama Ziyaeddin Hazretleri;
—Merak etme hiç değişen bir şey yoktur, diyor. Senin gördüğün Hazreti Pir bana ısmarladı, diyor. Sen korkma, hizmetini gör alacağını alırsın, diyor.
Ona, yedi sene su taşıttırıyorlar, tekkeye sakalık yaptırıyorlar. Ağacın ucuna küfeleri bağlar omzunda dereden su taşırlar. Bunlara saka, hamal derler. Omuzları yara olmuş, yaraları kabuk bağlamış, kabuklar kalkınca kanıyormuş.
Bir Ermeni hanımı varmış. Onun kapısının önünden suyu götürürken, o Molla Halid’in yaralarını kanamış görünce, bu hanım onun yaralarına bakmış tedavi etmiş pamuk getirmiş, o yaraların üzerine zorla ısrar ederek koymuş.
Bunu Ziyaeddin Hazretleri görmüş.
—Molla Halid o nedir, demiş.
O da demiş ki,
—Efendim, ben bunu rızamla koymadım, filanca madam getirdi yaranın üzerine yemin verdirdi, zorla koydu, diyor.
—Gel o zaman, gel diyor Ermeni hanımın o yaralar için yazığı geldi de bizim yazığımız gelmez mi, Hazreti Resullulahın merhameti gelmez mi, Allahın rahmeti sana gelmez mi, diyor. O zaman ne yapıyor? İrşat ediyor.
Molla Halid Bağdat’ta da kalmıyor Şam’a gidiyor, yerleşiyor. Halidi Bağdadi hazretlerinin türbesi Şam dadır.
Şimdi şunu ifade edelim; çok büyük zat, zamanının dünya üzerindeki, belki kıyamete kadar veya ondan daha evvel gelenler hiç onun kadar büyük hizmet gören olmamış, hem zahir hem batın Zülcenaheyn, bir asrın da Müceddididir. Zülcenaheyn çift kanatlı demektir.
Zahir şeriatta da çok büyük hizmetleri olmuş fakat tarikatta da, hizmeti olmuş. Müceddid olmayan, batın müceddid olmayan tarikattan kol ayıramıyor. Emirle oluyor, Resulullah efendimizin emri ile oluyor.
İşte Mevlana Halidi Bağdadi Hazretleri Nakşibendi’den kol ayırmış buna Halidi kolu denmiş. İşte bu bizim kolumuzdur.
Mevlana Halidi Bağdadi hazretleri 365 tane halife çıkarmış, irşat etmiş. Yani her gün bir halifeye icazet vermek için dua etmiş, yarın, bir gün, öbür gün 365 günden bir gün boş geçmemiş hepsi dolu.
Bizim kolumuz;
Tariki Şeriat,
Tariki Sohbet,
Tariki Rabıta,
Tariki Hatmedir.
Bir de Salih Baba divanında geçiyor;
Her bir kimse ehl-i irfân olamaz
Kırk yerden yarılmış kıl olmayınca
Ama bu kıl nasıl yarılabilir? Allah kadirdir. Cenabı Allah bir kılı kalınlaştırır, onu kırk yerden de yarar. Her ne kadar o kıl bize ince görünüyor ama, çok ince olanlara, çok takva olanlara göre yine kalındır.
Çünkü Cenabı Hak “muttakî olun” buyuruyor. Muttakî, takva olan kurtaracak.
Fakat muttakî olan kim?
“Sizin en çok muttakî olanınız, en çok Allah’tan korkanınızdır”.
Öyleyse burada Evliyaullahta bir havf vardır. Fakat “Ela inne evliyaallahu lâ havfün aleyhim velâhüm yahzenun[Yunus 10:62]” ayeti ile Cenabı Hak velilerde havf olmayacağını, üzülmeyeceklerini bize bildiriyor.
Ama velilerde olan nasıl bir havf’tir?
Bizde de bir havf var ama onların havfı bizim havfımız gibi değil.
Niye?
Çünkü onlar havf makamına ulaşmışlar, orada havf makamında kıl onlara kalınlaşmış onlar kılı kırka yarmışlar.
Havf makamında yarmışlar. Yoksa kıl yarılır mı? Kıl yarılmaz.
Bu zahirin, aklın, yapacağı anlayacağı bir iş değildir.
Ama bak insanlarda letaif makamları var, bir insan havf makamına ulaşıyor. Havf makamına ulaşınca onda bir sıfat tecelli ediyor.
O havf öyle bir havf ki; bütün insanların havfı toplansa, birleşse onun havfının yanında bir deryada bir katre gibi kalır.
Kimmiş bu kılı kırk yerden yaran?
Her bir kimse ehl-i irfân olamaz
Kırk yerden yarılmış kıl olmayınca
Yine ehli irfan yarıyor bu kılı, ama kılı yarmayan da ehli irfan olamaz. Her ne kadar Evliyaullah’ta, bizim gördüğümüz gibi değil, onlarda bir sıfat var, onlarda bir kuvvet var, onlarda bir özellik var.
Biz bunları göremiyoruz,
Bak Salih baba niye buyurmuş
Çâr-anâsır perdesini zâtına kılmış nikâb
“Çar anasır” nedir?
Çar; dört demek, anasır; madde demek. Dört Madde.
Ne bu? İnsanların halk edilen cesedi neyle halk edilmiş, neyle yaşıyor?
İnsanların cesetlerinde;
Toprak var,
Su var,
Ateş var,
Hava var.
İnsanların zaten vücudu bunlarla halk edilmiş, bunlar var. Eğer insanların vücudunda bunların bir tanesi olmazsa yaşayamaz. Fakat bu dört maddenin, dört eczanın, iki tanesini görebiliyoruz, iki tanesini göremiyoruz.
Bakın şu pervane bize hava veriyor. Hava görünüyor mu? gösteriyor mu? İnsanlar hava almazsa ölür.
İnsanın vücudunda bir de Ateş var. İnsanlar derece koyuyorlar ateşin bir sınırı var, onu aştı mı hayatı tehlikeye giriyor, ölüyor, onun aşağısına düştü mü yine ölüyor. Bunlar görünmüyor, ama bizim cesedimizde var, cesedimiz bunlarla yaşıyor, ama yalnız Suyla Toprak cisim gösteriyor. İnsanlarda bunlar var.
Bu Evliyaullahta da vardır. Fakat diyor ki;
Çâr-anâsır perdesini zâtına kılmış nikâb
Diyor ki, O dört perdeyle kendini, zatını örtmüş, gizlemiş.
Bu ceset dört eczadan var olmuş, bunlar örtmüş kendisini gizlemiş.
Çâr-anâsır perdesini zâtına kılmış nikâb
Akl- ı küll senden ibâret nefha-i âlî-cenâb
Burada “nefhayı ali cenab” için ise; Cenabı Hak “Nefehtü fihi min rûhî, biz kendi ruhumuzdan ruh üfledik[Sad 38:72]” buyuruyor.
Bu ruhu Allah insanlara üflemişse, Allah’tan gelmişse, Allah’a ulaşıyor mu?
Bu ruh Allah’a gidiyor da ve Allah’a gitmiyor da,
“Kalû inna lillahi ve innâ ileyhi râciun, Allah’tan geldik, Allah’a gideceğiz[Bakara 2:156]”
Ama cesedimiz geldi, cesedimiz gidiyor.
Bir de Allah’tan ruhumuz geldi. Allah’tan cesedimiz gelmedi, haşa estağfurullah.
Cenabı Hak cesedimizi topraktan halk etti, topraktır.
Allah’tan gelen ruhumuzdur, Allah’a da gidecek ruhumuzdur. Ama bu ruhlar hep Allah’a gidiyor mu? Gitmiyorlar.
Şeriat,
Tarikat,
Hakikat,
Marifet.
Bir insanda bunlar olursa o ruh Allah’a gider.
Eğer bir insanda şeriat, tarikat, hakikat, marifet olmazsa onun ruhu Allah’a gitmez değil de; işte o ruh Allah’tan o kadar uzaklaşır ki, aşağıya iner.
Yani Cenabı Hak haşa yerde midir, gökte midir, nerededir?
Mekanlardan münezzehtir.
Fakat arşı alâ var. Arşı alâdan ileri Allah’ı yerde görmek, aşağıda görmek Cenabı Hakkın uluhiyetine şanına, şerefine hakarettir. Yoksa yüksekte görmesi, gökte görmesi Allah’ın şanına, şerefine bir hürmettir. Yoksa Allah yerde mi? gökte mi? hayır.
Ama bizim ruhumuz yüksek alemden geldi. Eğer bu ruhu yüksek aleme ulaştırırsak...
Neyle ulaşacak?
Şeriat, tarikat, hakikat, marifetle.
Bu olmazsa o yüksek aleme değil bu sefer aşağı süfli aleme düşüyor. Süfli aleme, tâ yedi kat yerin altına gidiyor.
Kur’anı Kerimde olan bir hakikattir. Cenabı Hak, cesedi ile Hazreti İsa’yı göklere çekti.
Kârun aleyhilaneyi ise ne yaptı? Cesedi ile malı ile aile efradı ile yere batırdı. Tâ ki kıyamete kadar yerin dibine her gün gidiyormuş. Kârun aleyhilane; Hazreti Musa’nın ümmetinden çok zengin olan birisiymiş. Musa Kelimullah’a gelen Tevrat kitabına göre zekatı gelmiş. Fakat zekatını vermemiş. Demiş ki;
—Ben kazandım. Benim malıma kim karışır, ne karışır, diye zekat vermemiş.
Allah da gazap etmiş. Aile efradıyla malıyla canıyla yere batırmış. Kıyamete kadar durmadan aşağıya gidiyor, yerin dibine gidiyor.
Onun için burada da bizim cesetlerimiz değil, ruhlarımız da böyle yükselir, arşı alaya da yükselir gider, aşağıya da, yerin dibine de gider.
Eğer kulluğumuzu yaparsak kulluğumuzda, şeriat, tarikat, hakikat, marifetledir.
Evvel şeriat, şeriatımız tamam olacak,
Ondan sonra tarikatımız olacak,
Tarikattan da hakikate geçilecek. Çünkü, şeriatla hakikat’in arasında tarikat var.
Mesela bir şehri düşünelim. O şehri bir nehir ikiye bölmüş. Bu nehri geçmek için bir tarafı şeriat bir tarafı hakikat. Şimdi geçmek için ne lazım orada bir köprü lazım veya bir kayık lazım ki birinden öbürüne geçesin.
Öyleyse hani biri çok sefalı olsa, biri birinden daha çok zevkli olsa, varlıklı olsa, lüks olsa, oradan oraya geçmek için ne lazım bir vasıta lazım. Öyleyse Cenabı Hak insanlara şeriat, tarikat, hakikat, marifet bahşetmiş.
Şeriatın tamam olacak.
Tarikatın da senin için hakikate bir köprüdür. Tarikattan da geçince hakikate ulaşıyorsun. Hakikate ulaşınca işte o yüksek alemden gelen ruhu yüksek aleme ulaştırıyorsun.
Ulvi alemden, arşı âlâdan gelen ruhu, yine arşı âlâya ulaştırıyorsun.
O zaman kıymetini buluyorsun o zaman kıymetli insan oluyorsun insan her şeyin, meleklerin de mafevkinde oluyor.
İnsanlar eğer hakikate ulaşıyorsa, meleklerden de kıymetli oluyorlar meleklerden de güzel oluyorlar. Cenabı Hak; “Vettîni” süresinde “legad haleknel insane fi ehsani takvim, biz insanı çok güzel halk ettik, kıymetli halk ettik[Tin 95:4]”, buyuruyor.
“ehsani takvim” kıymetlidir.
“musayı kübra” büyük halk ettik, güzel halk ettik.
Bu çok güzel, çok kıymetli halk ettiğimiz insanı, “sümme radednahu esfele sâfilîn[Tin 95:5]”. Bu kıymetli insanı cehennemde “esfele safilin” diye bir makam var ki cehennemin en derin en karanlık yeri oraya kadar düşürürüz, buyuruyor.
İşte insanın şeriatı olmazsa oraya kadar düşer. İnsanın şeriatı olursa tarikatı da olursa işte çok güzel olur. Bu çok güzelliğin anlamı meleklerden güzel olur.
Onun için Allah’a şükür bizim nimetimiz büyük, nimetimizin kıymetini bilelim ki, Allah bizim nimetimizi artırsın, büyütsün.
Cenabı Hak insanlar için nimetler halk etmiş. Kuluna sayısız nimetler halk etmiş.
Ama nerede? Dünyada ve ahirette. Görünen görünmeyen bütün bu nimetlerden kul faydalansın da kulluğunu yapsın.
Eğer bu kul kulluğunu yaparsa, Allah’ın kuluna bir vaadi var. Cenabı Hak ne buyuruyor; “irciî ila rabbiki râzıyeten marziyye fedhuli fi ibadî vedhulî cennetî[Fecr89:28-30]”.
Bu “Vel fecri” süresinin son ayetidir. Salih Baba’da bunu dile getirmiş;
Günde yetmiş kez hitâb-ı "İrci'î" den bî-haber
"Fedhulî" sırrından âgâh olmayan dervîş midir
Cenabı Hak ne buyuruyor;
“İrciı ila rabbiki razıyeten marziyye”
“Marziye” insanlarda bir haldir. Ama hangi makam bu? İnsanlar;
Emmareden geçecek,
Levvameden geçecek,
Mülhimmeden geçecek,
Mutmainneden geçecek,
Raziye makamına ulaşacak, Raziyeden yukarıda da
Marziye makamı var. Oradan yukarıda;
Safiye makamı var. Bunlar nefsin makamlarıdır.
Bu nefsin "raziye marziyye" eyle
Alıp dost iline kurbâna gel gel
Demek ki insanlar Raziye, Marziye makamında terki can oluyor. Bu makama ulaşmadıktan sonra terki can olamaz, canından geçemez, canından geçemezse cananı bulamaz.
Cânım demem ben bu tendeki câna
Eğer vasıl eylemezse cânâna
Âhir bu derd beni eyler dîvâne
Dermân için sen Lokmâne gelmişem
Candan mana; bizim ruhumuz,
Canandan mana; Cenabı Hakkın zatıdır.
İşte bu ruh oradan geldi yine oraya gitmek ister.
Ama gidemez, neyle gider?
Bir vasıta ile gider. Çünkü vasıta ile geldi, vasıtasız gelmedi.
Vasıta ne oldu burada, oradan gelişimize vasıta ne oldu?
Annemiz, Babamız.
Annemiz, babamız olmasaydı nasıl gelecektik? Yani ot gibi yerden mi bittik? Duvarın içinden mi çıktık?
İnsanız; bizim annemiz babamız var. Annemizin babamızın vasıtası ile bu dünyaya geldik.
Öyleyse vasıta ile gelinen yere vasıta ile gidilir. Cenabı Hak; “ileyhil vesilete” ayetinde böyle buyuruyor. Kendinize bir vasıta arayın.
Burada vasıta nedir?
Burada vasıta meşayihtir.
Bu ten kuşu hevâ ile heveste
Murg-ı cânım feryâd eyler kafeste
Râbıtamız sensin her bir nefeste
Ben bu yola sâdıkâne gelmişem
Öyleyse demek ki, Rabıta;
Allah’a kulu bağlıyan, Allah’a kulu ulaştıran, Allah’a kulu götüren nedir?
Evliyaullahtır.
Cenabı Hak vasıta arayın bulun diyorsa; işte demek ki vasıta burada meşayihmiş.
Bu nimetleri Allah bizim için halk etmiş. Küçüklerinde aldanıp kalmayalım, büyüklerine ulaşalım.
Büyüğü nedir?
Büyüğü Allah’ın cemalini müşahede etmektir. Ama bu da ancak ve ancak meşayihle olur.
Meşayihsiz insanlar Allah’ın cemaline ulaşamazlar.
Çünkü insanlar, Allah’ın esma nuruna ulaşırlar.
Allah’ın üç nuru var;
Esma nuru isimlerinin nuru,
Sıfat nuru sıfatlarının nuru bir de,
Zat nuru zatının nuru var.
İnsanlar meşayihsiz esma nuruna ulaşıyorlar, insanlar meşayihsiz sıfat nuruna ulaşıyorlar,
Ama insanlar meşayihsiz Allah’ın zatı’nın nuruna ulaşamıyorlar.
Onun için işte buyuruyor ki;
Ehli aşk bu yolda sararıp solup
Anladılar pirsiz olmaz bir kulûb
Harfi Savtı olmayan bir mektep bulup
Ehli aşk kim?
Allah’a aşık olanlar, bu yolda sararmışlar solmuşlar.
Nerede buluruz? Nasıl buluruz? Nerededir? Şurada mı dır? Burada mıdır?
Yok neticede böyle bulamamışlar. Ancak anlamışlar ki bir meşayihsiz olmaz.
Anladılar pirsiz olmaz bir kulûb
Kulûb demek, kalpler demektir. Anladılar ki meşayihsiz bu kalp açılmaz, bu kalp açılmazsa Allah bulunmaz.
Ancak Allah, “Küntü kenzen mahviyyen[Fususül Hikem Trc C.1, S.43]”, buyuruyor hadisi kutsisinde. Bir de;
Cenabı Hak; “Ben bir yere sığmam kulumun kalbine sığarım[Alusi Ruh'ul Meani xx.101]”.
O kalbi açtınsa işte, o mekanlarda, afaklarda göremediğin, bulamadığın Allah’ı sen orada görür, sen orada bulursun.
Bunu açan kim?
Bunu açan Evliyaullah’tır. İnsan kendi kendine açamaz. Bu da ancak ne ile olur?
“Mûtû gable entemûtû[El-Mesn'u]”, “ölmeden evvel ölün” buyruluyor.
İnsanlar için ölmeden evvel ölüm var.
Ama bir insan ölümden kaçar korkar. Malını her şeyini, canı için yok eder de, canından geçemez. Canı için her şeyinden geçer de canından nasıl geçeceğini bilemez, bilse geçecek, bilemiyor.
Bildiren Evliyaullah.
İşte diyor ki;
—Oğlum bak senin nimetin budur, diyor. Senin bu canın sana çok tatlı ama sen o canını “Buraya” ver ki “Burada” sen, senin canından daha kıymetli olan bir canı bulasın.
İşte öyle Allah’a şükür, çok şükür, bin şükür nihayetsiz şükürler olsun bak şimdi “Bu” size en büyük nimettir.
Estağfurullah istirham ederim ben kendimi kastetmiyorum, biz ihvan kardeşiyiz, Şeyh efendimizi, Şeyh efendilerimizi söylüyorum.
Şeyhim gibi bir hazrete
Gönderdi beni vuslate
Eriştirip bu devlete
Görün beni aşk n'eyledi
Âhiri dervîş eyledi
Öyle efendim bizde burada;
Rabıta tarikatı bizim tarikatımız,
Şeriat tarikatı bizim tarikatımız,
Sohbet tarikatı bizim tarikatımız,
Hatme tarikatı.
Dikkat edin, bunları ihmal etmeyin, şeriat tariki demek; sair tarikatlarda, onlarda eksiklik noksanlık görülüyor. Biz de yapmayalım onlar da niye böyle yaptılar demeyelim, demeyeceğiz.
Nakşibendi efendimizin buyurduğu gibi;
—Sizin işlediğiniz haktır, sizin yaptığınız haktır, inkar etmiyorum ama sizin yaptığınız gibi de yapmam.
İşte bize bu gelir, bize bu lazımdır. Sair tarikatlarda gördüğümüz noksanlıkları onları beğenmemezlik etmeyelim. Bunlarda şu noksanlık var, bu eksiklik var demeyelim, onlar gibi de yapmayalım.
Zahiri şeriatımız, “Emri bil maruf ve nehyi anil münker[Al-i İmran3:104-110-114]”
Kitap ve sünnetten ayrılmayalım, zahiri şeriatımız budur. Şeriattaki hedefimiz budur. Kitaptan sünnetten ayrılmayalım zahirde böyle.
Ama rabıtadan da ayrılmayalım. Rabıtayı da kalbimizde besleyelim onu unutmayalım.
Olur canım bazen unuturuz, bazı dalgın oluruz. Mesela şuğuldan dolayı unuturuz. Ama mümkün değildir ki, eğer sen rabıtana inandıysan Evliyaullahın velayet parmağı gelir, unuttuğun zaman seni dürter uyandırır.
Bu öyle bir şey ki gelir bir sinek konar, parmağın bir yere sıkışır, veyahut da mesela ayağın bir yere takılır, yani bir şey olur. Bunlar o dalgınlığın içersinde Evliyaullahın manevi parmağıdır. Dürtüyor uyan, niye unuttun, diyor.
Fakat o ayılmanda bir nedamet duyman gerekir. Bir pişmanlık bir üzüntü duyman lazım ki onu (gafleti) küçültesin onu azaltasın.
Hani bir insan bir işten pişmanlık görmezse, onu yine işler. İşlemiş bir şey, fakat ondan pişmanlık nedamet duyarsa onu bir daha işlemez
Yani nedamet, pişmanlık işlememek demektir.
Ama pişmanlık duymuyorsa yine işleyecek işte burada da bizim gafleti azaltmamız için cihad yapacaksın.
Bak; insanlarda kabız hali var, basıt hali var.
Müride kabız hali de rabıtadan geliyor, basıt hali de rabıtadan geliyor.
Aslında kabız hali niye oluyor; çünkü Evliyaullah nefsin yularını azıcık uzatıyor, çünkü evliyaullah nefsi bağlamıştır tuzağa düşürmüştür. O nefsin azıcık bağını çözünce, o hareket edince, o zaman sende kabız hali meydana geliyor.
Ama niye bunu böyle yapıyor?
Çünkü cihad yapacaksın. Bunda bir üzüntün olacak, bunda bir sıkıntın, bunda bir nedametin, bunaltın olacak.
Bundan dolayı Allah’a yalvaracaksın, bundan dolayı anasırı zıddiyetin değişecek. Çünkü bak, dabak derileri var ya,
Salih Babanın ifadesi bunu anlatıyor;
Kakıyıp döğerse artır hubbunu
Sevdiği deriyi çok çiğner debbâğ
Hoş meşayih müride tokat vurmuyor ama ona meşakkat veriyor.
Niye veriyor?
Onun nefsini öyle terbiye edecek. O meşakkatleri ona nefsinin terbiyesi için veriyor.
Kakıyıp döğerse artır hubbunu
Yani günleri içerisinde nereden bir üzüntüsü oluyorsa, nereden bir sıkıntısı oluyorsa bu meşayihten geliyor.
Rabıta sahibine bu, rabıtasından geliyor. Niye veriyor bunu?
Veriyor ki orada Allah’a sığınsın, Resulullah’a sığınsın, Rabıtasına sığınsın.
Çünkü Cenabı Hak bizden bunu istiyor, “kulum her halinde bana sığın”, diyor.
O zaman aşık da ne buyuruyor;
Ben anladım işim bitmez
Sana yalvarmadan gayri
Ama bizim yalvarmamıza sebep ne olacak? Biz hem avamız, hem de müptedi, irade sahibiyiz.
İşte ifade ettik ki; mesela bizim ferahlığımız, bizim rahatlığımız, bizim geniş günlerimiz var, bizi gaflete düşürür.
Bizim dar günlerimiz bizi ayıltıyor, biz dar günlerimizde ancak Allah’a yalvarıyoruz, Peygamber efendimize, mürşidimize yalvarıyoruz.
İşte onun için burada;
Kakıyıp döğerse artır hubbunu
Sevdiği deriyi çok çiğner debbâğ
Türlü türlü renklere boyar anı
Taşlara çalar ta olunca dibâğ
Dabakçı vardır, derileri ıslah eder, derileri ıslah eden bir sanatkardır. Ona deriler geldiği zaman, içlerinde gözü tuttuğu bir deri varsa onu özel yapıp kendine ayırır. Ona daha fazla zahmet çeker, uğraşır. Ona daha fazla eziyet ediyor, aletleri ile eziyor, uğraşıyor, ilaçları ile boyaları ile ona çok fazla eziyet ediyor.
İşte bizim tarikatımız şeriat tarikatıdır. Dikkat edin şeriatımız; “emri bil maruf ve nehyi anil münkerdir”
Allah’ın emirlerini tutun, yasaklarından kaçının, burada da tekrar söylüyorum size;
Sizin en büyük ameliniz beylerinize hürmetiniz, beylerinize hürmet etmezseniz bütün amelleriniz heba olur.
Hiç bir amelinizin size faydası olmaz, çünkü Cenabı Hak nasıl buyuruyor ki; “namazınızı kılın, annenize babanıza hürmet edin[İsra 17:23]”
Fakat burada anne, baba sadece senin annen baban değildir. Senin beyinin babası da senin babandır, annesi de senin annendir.
Peygamber Efendimiz: “Allah’tan başkasına secde edilecek olsaydı hanımlara kocalarınıza secde edin diye emrederdim[Cem'ul Fevaid, Rudani 4290]” buyuruyor.
Bu kadar koca hakkı varsa, siz de onu memnun etmek için onun annesine babasına da hürmet edeceksiniz.
Mademki Cenabı Hak annenize babanıza hürmet edin buyuruyor. Öyleyse, kaynana da annedir, kaynata da babadır. Çünkü niye? bakın bir insan nasıl babasına zekat veremiyorsa, anasına zekat veremiyorsa kaynatasına ve kayın validesine de zekat veremiyor.
Çünkü ona bakmaya mecbur ve borcudur. İcabında annesidir, babasıdır, onu sırtında taşımaya borçludur.
Öyleyse bir düşünelim her hangi bir taneniz mademki Allah’a inanıyorsunuz, inancınızı yaşamak istiyorsunuz, hadi namazınızı kıldınız anne babanıza hürmet edeceksiniz. Öyleyse beyinin de anne babasına hürmet edin.
O zaman beyinizi memnun edeceksiniz ki amelleriniz makbul olsun. Çünkü “efendilerine secde ettirirdim” buyuruyor.
Bu hususta bu zamanımızda buna çok dikkat edin.
İstirham ederim.